Terra Australis yani "Güney Ülkesi" anlamına gelen terim, 15. ve 18. yüzyıllar arasında Avrupalı kaşifler tarafından uzun zamandır aranan güneydeki topraklara verilen isimdi.. Bugünkü haliyle bilinen dünya haritası o dönemde yeni keşiflerle yavaş yavaş oluşmaya başlarken, gezegen coğrafyasının bilinen yüzü çoğunlukla kuzey yarıküredeki topraklardı.. Avrupalı gezginlere göre dünyanın dengede durabilmesi için, kuzey yarıküredeki toprakları dengeleyecek toprakların güneyde de yer alması gerekiyordu..
Tıpkı ayın karanlık yüzü gibi, dünyanın da karanlık ve bilinmeyen kısmı olan güney denizlerine düzenlenen keşif seyahatleri hızla arttı.. Birçok ülkeden sayısız kaşif, maceralı yolculuklar sonucunda güney topraklarına ulaşmayı düşlüyorlardı.. Bu maceracılardan biri de Hollandalı kaşif Jacob Roggeveen'di..
Bir matematikçi ve aynı zamanda astronomi ile coğrafya meraklısı olan babası Arend Roggeveen'den yıllar boyunca Terra Australis hikayeleri dinlemiş, onun navigasyon çalışmalarını en yakından görme şansına sahip olmuştu.. Genç yaşlarında hukuk ve din çalışmaları yapan Jacob, keşif seyahatlerine çıkma fırsatını ise uzun yıllar sonra, ancak 62 yaşına geldiğinde bulacaktı..
Dutch West India şirketine ait 3 ticaret gemisinden oluşan bir filoya kumandan olan Roggeveen, toplam 223 mürettebatı ile 1 Ağustos 1721'de Holanda'nın Texel adası limanından demir aldı.. Filodaki gemilerden birinin adı, babasının anısını yaşatmak adına Arend konulurken, diğer iki geminin ismiyse Thienhoven ve Africaansche Galey'di..
Sırasıyla Falkland Adaları ve Le Maire Boğazı'ndan geçerek Pasifik Okyanusu'na açılan Roggeveen'in filosu bugünkü Şili topraklarındaki Valdivia ve ardından da 1722 Şubat ve Mart aylarını geçirecekleri Juan Fernandez Adaları'na ulaştı..
17 Mart'ta Juan Fernandez'den ayrılan filo, yine Terra Australis denen henüz keşfedilmemiş Güney Toprakları'nı arıyorlardı.. Tarihler 5 Nisan 1722'yi gösterdiğinde öğleden sonra saatlerinde, ufukta gördükleri toprak parçasının ellerindeki Le Maire tablosunda yer almadığını anlamaları pek de uzun sürmedi.. Bu ada, tarihteki yeni keşiflerden biri olacaktı.. Roggeveen, Paskalya günü buldukları adayı, günün anlamına uygun, Paskalya Adası olarak isimlendirdi..
Keşfedilen her yeni toprak gibi, Paskalya Adası hakkında da araştırmalar yapılmaya başlanmış, ticari değeri olan ürünlerle birlikte adanın tahmini nüfusu da kayıtlara geçirilmeye başlanmıştı.. Amiral Roggeveen'in notlarına göre, Paskalya Adası'nda yaklaşık yerli nüfusu 2000 ile 3000 kişi arasındaydı..
Hollandalılar gelmeden önce, adanın yerli dilindeki adı Rapa Nui'ydi.. Yaklaşık 3 milyon yıl önce, volkanik patlamalar sonucunda oluşan Rapa Nui'de en son patlamanın da günümüzden 10000 yıl kadar önce olduğu tahmin ediliyor..
Yerlilerin kökeni araştırıldığında, buraya ilk gelenlerin Endonezya'dan geldikleri sanılıyor.. Tropik adalarda yaşayan birçok halk gibi Rapa Nui yerlilerinin de kaderi pek farklı olmamış ve Avrupalılarca hem ürünlerine el konulmuş, hem de daha kötüsü, yerliler köle olarak kullanılmak üzere gemilerle uzak diyarlara götürülmüşler.. Polinezya coğrafyasındaki sayısız ada içinde, yazısı da olan tek dile sahip Rapa Nui yerlilerinin Rongo Rongo hiyerogliflerini bilen kişi sayısı yıllar içinde azalmıştır.. Bu yazıyı kullanabilen son birkaç kişinin de, Peru'daki madenlere götürülmesiyle, Rongo Rongo dili de ne yazık ki tarihten silinmiştir..
Roggeveen ve mürettebatı, Paskalya Adası'nı bulmakla birlikte, çok değerli bir şeyi daha bulmuş oldular.. Bugün dünya kültür mirası listesinin korunması gereken en önemli eserler listesinde üst sıralarda yer alan Moai Heykelleri, Paskalya Adası'nda yer alıyor ve Roggeveen'in keşifleri arasında yer alıyor.. Adanın doğal taşları olan devasa bazalt kayalardan oyulan Moai'lerden adada yaklaşık olarak 900 tane bulunuyor.. Sönmüş bir yanardağ olan Rano Raraku'nun kraterinde yer alan bazalt yataklarında oyulan heykellerin, daha sonraları durdukları yere nasıl taşındıkları ise bir muamma.. 900 tane heykelin dışında yarım kalmış bir 300 kadar daha Moai adanın çeşitli yerlerinde bulunuyor.. Ortalama boyları 5 metre civarında olan dev kaya heykellerden 20 metre boyunda olan birkaç tanesi ise şüphesiz en çok hayranlık uyandıranları..
İnsanoğlu, tıpkı Mısır Piramitleri hakkında olduğu gibi, Moai heykelleri için de komplo teorileri üretmekten geri kalmamış.. Ünlü İsviçreli bilimkurgu yazarı Erich Von Daniken, Moailer hakkında yazılmış en ilginç teorilerden biri olan eserinde heykellerin uzaylı teknoljisiyle yapılmış olduğunu iddia ediyordu..
Yakın zamanda, dünya çapında yapılmış olan antik dünyanın 7 harikasına alternatif, "yeni" yedi harika oylamasında Moai heykelleri sekizinci olup değerlendirmeye alınmayı kılpayı kaçırmıştı.. UNESCO ise tarihi değerlerini önemsemekle birlikte yeni 7 harika oylamasını kazanan ve finalist olan diğer tüm eserlerin antik dönem harikalarıyla aynı derecede değerlendirilmeyeceklerini açıklamıştı..
Adanın keşfinden yaklaşık 300 yıl sonra bugün nüfus halen yaklaşık olarak 5000 kişi civarında.. Hollandalı Roggeveen'den sonra amiraller İspanyol Don Felipe Gonzales, ünlü İngiliz kaşif James Cook ve Fransız La Perouse de 1700'lerin sonuna kadar adayı ziyaret eden ünlü isimler oldular..
Adaya bugünkü Paskalya Adası ismini veren Hollandalı Jacob Roggeveen, ise keşiften bir yıl sonra 1723'te Hollanda'ya geri döndü ve hukuk ile din çalışmalarını sürdürdü..
Nils Filmer
Kuzeyli
Cuma, Ocak 31, 2014
Kaşif Roggeveen ve Moai'ler
Etiketler:
1722,
Bazalt,
Easter,
Erich Von Daniken,
Heykel,
Hollandalı,
Island,
Jacob,
Kaşif,
Moai,
Paskalya Adası,
Polinezya,
Rapa Nui,
Roggeveen,
Rongo Rongo,
Terra Australis,
UNESCO
Çarşamba, Ocak 22, 2014
Evo Morales; Bolivya'nın En Uzun Süre Görev Yapan Başkanı Olmaya Aday
Bolivya'da 2005 yılı sonlarında yapılan seçimlerin sonuçları açıklandığında, beklentilerin çok üzerinde bir oranla ipi önde göğüsleyen isim %53'lük oy oranıyla Evo Morales olmuştu.. Bu zafer, ülkede ilk defa yerli kökenli bir siyasetçinin (Morales, bir Kızılderili kabilesi olan Aymara kökenine sahip) devlet başkanı olacağı anlamına geliyordu.. 22 Ocak 2006'da yemin ederek göreve başlayan ve 2009 yılında 2. dönemine başlayan Morales, bugün görevdeki 8. yılını dolduruyor.. Bu yıl (2014) yapılacak seçimleri tekrar kazanması durumunda Bolivya tarihinin görevde en uzun süre kalan başkanı olmuş olacak..
Aymaralar, Bolivya'nın toplam nüfusunun yaklaşık %30-35'ini oluşturuyorlar ve sayıları yaklaşık olarak 1,5 milyon kişiyi buluyor.. Ancak tarihi 1825'e dayanan ülkede, nüfusun büyük bir payını oluşturan Aymaralar'ın (Los Aimaras) 2005 yılına kadar bir lider çıkartmamış olmaları, politik arenada yeni oldukları anlamına gelmiyor..
Daha önce de Felipe Quispe önderliğinde Ejército Guerrillero Túpac Katari isimli Maoist bir örgüt ile silahlı mücadele veren Aymaralar'a 1960'lı yıllarda Che Guevara da bir süre eğitim vermiş.. Bolivya'da sosyal eşitlik ve yerli hakları için savaştıklarını savunan örgüt, 1991 yılında ilk sesli eylemini bir elektrik üretim tesisine saldırarak yapmıştır.. Daha sonra ismi Tupac Katari olarak değişen oluşumun önde gelen liderlerinden Alvaro Garcia Linera ise halen başkan Evo Morales'in yardımcılığını yapmaktadır..
Güney Amerika'da 2000'li yıllarda tekrar güçlenen Anti-Amerikan sol rüzgardan da yararlanan Evo Morales, başkan seçildikten kısa bir süre sonra, önceki hükumetin ABD ile yaptığı bazı ticari anlaşmaları iptal etmiş ve Venezuelalı efsane lider Hugo Chavez ile Fidel Castro'nun fikir babaları olduğu ALBA (Latin Amerika için Bolivarcı Alternatif) ortak pazarına Bolivya'yı sokmuştur..
Evo Morales'i dünya gündemine getiren ve kamuoyunda geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan en önemli olay ise göreve geldikten sonraki ilk 1 Mayıs (2006) kutlamalarında, ülkesinde yabancı şirketlerin kontrolü altında bulunan tüm doğalgaz ve petrol kaynaklarını devletleştirdiğini açıklaması olmuştur..
Fakir bir aileden gelen Bolivyalı liderin çocukluğu yokluk içinde ve gerçekten zor şartlarda geçti.. Öyle ki, 7 kardeşli bir aileden gelen Morales'in sadece 2 kardeşi daha hayata tutunabilmiş, diğer dördü ise çeşitli hastalıklardan küçük yaşlarda ölmüşler.. Ailesinden öğrendiği çiftçilik mesleğini kendi de sürdürmüştür.. 1978-1983 yıllarında ailesinin sahip olduğu tarlalarında pirinç, portakal, muz ve coca'nın da aralarında bulunduğu birçok ürün yetiştiriyorlardı..
Bunlardan en önemlisi coca bitkisiydi.. And dağlarının ve doğal olarak da Bolivya'nın neredeyse milli bitkisiydi coca.. ABD ve Bolivya hükümetleri, uyuşturucu savaşlarına karşı mücadelede üretilmesini istemedikleri bitkiler listesinin ön sıralarında cocayı tutuyorlardı, kokain üretiminin hammaddesi olduğundan.. Ama ABD için ölümcül gözüyle bakılan coca, Bolivyalı çiftçiler için hayat demekti.. Coca üretiminden çok sayıda insan geçinebiliyordu.. Üstelik coca direkt olarak çiğnendiğinde veya çayı içildiğinde düşük alkaloid yüzdesi sebebiyle kokain etkisi göstermiyordu.. Coca ancak sayısız kimyasal madde ve solventler ile birleşip laboratuvar ortamındaki süreçlerden sonra kokaine dönüştürülebilirdi..
Evo Morales, coca bitkisi üreticiliğinden dolayı, bu bitkinin üreticilerini korumayı amaçlayan sendikalara üye oldu ve ateşli bir aktivist olarak coca davası uğrunda defalarca gözaltına alındı, tutuklandı.. ABD'nin kokainle mücadele çerçevesinde istediği ise coca üretimini tamamen bitirmekti.. Bu bağlamda Bolivya hükumetine yardımda bulunmayı da ihmal etmedi.. Coca üreticilerine, ürünlerini tarlada yakmaları karşılığında dönüm başına $5000 vermeyi dahi teklif ettiler, ancak Morales ve arkadaşları ABD'nin bu politikasıyla da mücadele ettiler, sloganlarıysa şöyleydi; "Causachun coca! Wañuchun yanquis!" Yani, "Çok Yaşa Coca, Yankiler'e Ölüm".. Bizde de sık sık söylenen "Yankee Go Home"un bir adım ötesi sanki..
Morales 1994'te tutuklandığında, hapishanede açlık grevine başlamış ve ona destek için yaklaşık 3000 kişi Villa Tunari'den başkent La Paz'a olan 360 millik bir protesto ve destek yürüyüşü yapmışlar, Morales de kısa süre sonra salıverilmişti.. Bunu takiben kendisi de yürüyüşe katılmış ve La Paz'a ulaşan grupta yer almıştı..
Bu gelenekten gelen Evo Morales, 2003 yılında ülkesinin enerji kaynakları piyasa değerinin çok altında fiyatlarla başta ABD olmak üzere yabancı firmalara verilmeye başlayınca kopan yeni protesto dalgasında güçlendi ve MAS (Movimento al Socialismo) politik hareketinin lideri olarak ön sıralardaki mücadelesine hiç ara vermeden devam etti ..
Bu "sağlam irade" 2005 Aralık seçimlerinde, onun devlet başkanlığı seçimlerinde %53 gibi yüksek bir oy oranıyla kazanmasına yol açacaktı..
Nils Filmer
Aymaralar, Bolivya'nın toplam nüfusunun yaklaşık %30-35'ini oluşturuyorlar ve sayıları yaklaşık olarak 1,5 milyon kişiyi buluyor.. Ancak tarihi 1825'e dayanan ülkede, nüfusun büyük bir payını oluşturan Aymaralar'ın (Los Aimaras) 2005 yılına kadar bir lider çıkartmamış olmaları, politik arenada yeni oldukları anlamına gelmiyor..
Daha önce de Felipe Quispe önderliğinde Ejército Guerrillero Túpac Katari isimli Maoist bir örgüt ile silahlı mücadele veren Aymaralar'a 1960'lı yıllarda Che Guevara da bir süre eğitim vermiş.. Bolivya'da sosyal eşitlik ve yerli hakları için savaştıklarını savunan örgüt, 1991 yılında ilk sesli eylemini bir elektrik üretim tesisine saldırarak yapmıştır.. Daha sonra ismi Tupac Katari olarak değişen oluşumun önde gelen liderlerinden Alvaro Garcia Linera ise halen başkan Evo Morales'in yardımcılığını yapmaktadır..
Güney Amerika'da 2000'li yıllarda tekrar güçlenen Anti-Amerikan sol rüzgardan da yararlanan Evo Morales, başkan seçildikten kısa bir süre sonra, önceki hükumetin ABD ile yaptığı bazı ticari anlaşmaları iptal etmiş ve Venezuelalı efsane lider Hugo Chavez ile Fidel Castro'nun fikir babaları olduğu ALBA (Latin Amerika için Bolivarcı Alternatif) ortak pazarına Bolivya'yı sokmuştur..
Evo Morales'i dünya gündemine getiren ve kamuoyunda geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan en önemli olay ise göreve geldikten sonraki ilk 1 Mayıs (2006) kutlamalarında, ülkesinde yabancı şirketlerin kontrolü altında bulunan tüm doğalgaz ve petrol kaynaklarını devletleştirdiğini açıklaması olmuştur..
Fakir bir aileden gelen Bolivyalı liderin çocukluğu yokluk içinde ve gerçekten zor şartlarda geçti.. Öyle ki, 7 kardeşli bir aileden gelen Morales'in sadece 2 kardeşi daha hayata tutunabilmiş, diğer dördü ise çeşitli hastalıklardan küçük yaşlarda ölmüşler.. Ailesinden öğrendiği çiftçilik mesleğini kendi de sürdürmüştür.. 1978-1983 yıllarında ailesinin sahip olduğu tarlalarında pirinç, portakal, muz ve coca'nın da aralarında bulunduğu birçok ürün yetiştiriyorlardı..
Bunlardan en önemlisi coca bitkisiydi.. And dağlarının ve doğal olarak da Bolivya'nın neredeyse milli bitkisiydi coca.. ABD ve Bolivya hükümetleri, uyuşturucu savaşlarına karşı mücadelede üretilmesini istemedikleri bitkiler listesinin ön sıralarında cocayı tutuyorlardı, kokain üretiminin hammaddesi olduğundan.. Ama ABD için ölümcül gözüyle bakılan coca, Bolivyalı çiftçiler için hayat demekti.. Coca üretiminden çok sayıda insan geçinebiliyordu.. Üstelik coca direkt olarak çiğnendiğinde veya çayı içildiğinde düşük alkaloid yüzdesi sebebiyle kokain etkisi göstermiyordu.. Coca ancak sayısız kimyasal madde ve solventler ile birleşip laboratuvar ortamındaki süreçlerden sonra kokaine dönüştürülebilirdi..
Evo Morales, coca bitkisi üreticiliğinden dolayı, bu bitkinin üreticilerini korumayı amaçlayan sendikalara üye oldu ve ateşli bir aktivist olarak coca davası uğrunda defalarca gözaltına alındı, tutuklandı.. ABD'nin kokainle mücadele çerçevesinde istediği ise coca üretimini tamamen bitirmekti.. Bu bağlamda Bolivya hükumetine yardımda bulunmayı da ihmal etmedi.. Coca üreticilerine, ürünlerini tarlada yakmaları karşılığında dönüm başına $5000 vermeyi dahi teklif ettiler, ancak Morales ve arkadaşları ABD'nin bu politikasıyla da mücadele ettiler, sloganlarıysa şöyleydi; "Causachun coca! Wañuchun yanquis!" Yani, "Çok Yaşa Coca, Yankiler'e Ölüm".. Bizde de sık sık söylenen "Yankee Go Home"un bir adım ötesi sanki..
Morales 1994'te tutuklandığında, hapishanede açlık grevine başlamış ve ona destek için yaklaşık 3000 kişi Villa Tunari'den başkent La Paz'a olan 360 millik bir protesto ve destek yürüyüşü yapmışlar, Morales de kısa süre sonra salıverilmişti.. Bunu takiben kendisi de yürüyüşe katılmış ve La Paz'a ulaşan grupta yer almıştı..
Bu gelenekten gelen Evo Morales, 2003 yılında ülkesinin enerji kaynakları piyasa değerinin çok altında fiyatlarla başta ABD olmak üzere yabancı firmalara verilmeye başlayınca kopan yeni protesto dalgasında güçlendi ve MAS (Movimento al Socialismo) politik hareketinin lideri olarak ön sıralardaki mücadelesine hiç ara vermeden devam etti ..
Bu "sağlam irade" 2005 Aralık seçimlerinde, onun devlet başkanlığı seçimlerinde %53 gibi yüksek bir oy oranıyla kazanmasına yol açacaktı..
Nils Filmer
Etiketler:
22 Ocak,
8,
ABD,
ALBA,
Aymara,
Bolivya,
Che Guevara,
Coca,
Doğalgaz,
Evo Morales,
Felipe Quispe,
Fidel Castro,
Hugo Chavez,
Koka,
Los Aimaras,
MAS,
Petrol,
Sendika,
tarım,
Yerli
Pazartesi, Ocak 20, 2014
Datlım, Gıymatlım; Nöri Gantar
Tek kanal döneminin en bilinen yerli dizilerinden biriydi Kaynanalar dizisi.. Bu dizinin başrolünde ise usta meddah Tekin Akmansoy, Nöri Gantar rolünde harikalar yaratırdı.. Tabiki eşi Nöriye Gantar tiplemesini ustalıkla oynayan bir başka dev sanatçı Leman Çıdamlı ile beraber.. Geçtiğimiz yıl her iki sanatçıyı da 2 ay arayla kaybetmiştik.. Hem günlük konuşma dilimize, hem aklımıza "datlım, gıymatlım", "kaderimde varsa çekerim", "Kayseri'den iki şey ihraç olur; biri bastırma, biri de ahıl" sözleriyle kazınan Tekin Akmansoy'un, bugün 90. doğumgünü..
Ülkemizde birçok tiyatro sanatçısının kaderiyle benzer bir şekilde televizyonun yıldızını parlattığı oyuncular arasındaydı.. Hemen herkes tarafından Kaynanalar'ın Nuri Kantar'ı veya Köyden İndim Şehire'nin Ali Rıza'sı olarak tanınsa da tiyatro sahnesinde gerek yönetmenlik gerekse oyunculuk olarak verdiği eserler çok daha fazladır Tekin Akmansoy'un..
Denizli Sarayköy doğumlu olan ünlü tiyatrocu, çocukluğunda Denizli'ye gelen gezginci tiyatrolardan, cambazhanelerden çok etkilendiğini, hatta 7 yaşında bir piyes yazıp arkadaşlarıyla çuvallardan dekor yapıp oynadıklarını anlatmıştı bir röportajında..
1939 yılında Moliere'in Les Fourberies de Scapin (Scapin'in Dolapları) adlı eserinden uyarlanan Ayyar Hamza adlı oyunla tiyatroya ilk adımını attı.. 2 yıl sonra, Necip Fazıl Kısakürek'in yazdığı Para isimli oyununu ilk para kazandığı eser olduğu için ilk profesyonelliği olarak saymıştır.. Akmansoy, daha sonraları ise sayısız oyunla tiyatroya unutulmaz eserler verecektir.. İlk yönettiği oyun ise 1968'de yine Moliere''den uyarlanan Le Médecin malgré Lui, Türçe'ye çevrilen ismiyle Zoraki Tabip'dir.. Daha sonra aralarında Haldun Taner, Necati Cumalı ve Oktay Rifat'ın aralarında bulunduğu değerli sanatçıların oyunlarını yönetti..
Tekin Akmansoy, sanat hayatı boyunca verdiği eserlerin yanında bugünün sanatçılarına da yol gösterecek konulara deyinmeyi de ihmal etmemişti.. Sanatçının, toplumun aynası olması gerekliliği.. Özellikle en meşhur olduğu dönemlerde sansür çok yaygındı ve yapılan dayatmalarla toplumda "sanatçının politikayla işi olmaz" görüşü hakimdi.. Tekin Akmansoy ise tersini savunuyordu.. Sanatçının tabiki politikayla işi olurdu, ama politikanın sanatçıyla işi olmamalıydı..
Buna gerçek hayattan yaşadığı bir olayı örnek veriyordu.. Meşhur Kaynanalar dizisi çekimleri başlamıştı ve 4. bölüme gelindiğinde TRT'den gelen baskıyla eserin adı değiştirilmek istenmişti, kaynana ve aile bireylerini geçimsiz gösteren bir dizi çekildiği gerekçesiyle.. Süleyman Demirel döneminde, zamanın TRT Genel Müdürlüğü'ne yeni atama yapılmış o zaman.. Akmansoy, diziyle ilgili değişiklik kararını duyup hemen TRT'ye koşmuş, belki bir çaresi bulunur diye düşünerek..
Binanın girişinde rastladığı adama sormuş Genel Müdür'ü.. Ama "sanırım İstanbul'a gidiyor" cevabını almış, sorusuna müdürü neden aradığı sorusunu da ekleyen adamdan.. Tekin Akmansoy durumu anlatmış; "Kaynanalar geçimsizlik üzerine bir dizi değil.. Sadece çocukları anlaşamıyor.. hem bakış açıları da farklı.. Biri Anadolulu, diğeri Avrupai" demiş Akmansoy.. Konuştuğu adam da "peki, kalsın bakalım" demiş..
O gün merdivenlerde karşılaştığı kişi, TRT Genel Müdürü İsmail Cem'miş.. Akmansoy o günleri, Sayın Cem olmasaydı Kaynanalar efsanesi de olmazdı diye anıyor..
Her ikisini de sevgiyle anıyorum..
Ülkemizde birçok tiyatro sanatçısının kaderiyle benzer bir şekilde televizyonun yıldızını parlattığı oyuncular arasındaydı.. Hemen herkes tarafından Kaynanalar'ın Nuri Kantar'ı veya Köyden İndim Şehire'nin Ali Rıza'sı olarak tanınsa da tiyatro sahnesinde gerek yönetmenlik gerekse oyunculuk olarak verdiği eserler çok daha fazladır Tekin Akmansoy'un..
Denizli Sarayköy doğumlu olan ünlü tiyatrocu, çocukluğunda Denizli'ye gelen gezginci tiyatrolardan, cambazhanelerden çok etkilendiğini, hatta 7 yaşında bir piyes yazıp arkadaşlarıyla çuvallardan dekor yapıp oynadıklarını anlatmıştı bir röportajında..
1939 yılında Moliere'in Les Fourberies de Scapin (Scapin'in Dolapları) adlı eserinden uyarlanan Ayyar Hamza adlı oyunla tiyatroya ilk adımını attı.. 2 yıl sonra, Necip Fazıl Kısakürek'in yazdığı Para isimli oyununu ilk para kazandığı eser olduğu için ilk profesyonelliği olarak saymıştır.. Akmansoy, daha sonraları ise sayısız oyunla tiyatroya unutulmaz eserler verecektir.. İlk yönettiği oyun ise 1968'de yine Moliere''den uyarlanan Le Médecin malgré Lui, Türçe'ye çevrilen ismiyle Zoraki Tabip'dir.. Daha sonra aralarında Haldun Taner, Necati Cumalı ve Oktay Rifat'ın aralarında bulunduğu değerli sanatçıların oyunlarını yönetti..
Tekin Akmansoy, sanat hayatı boyunca verdiği eserlerin yanında bugünün sanatçılarına da yol gösterecek konulara deyinmeyi de ihmal etmemişti.. Sanatçının, toplumun aynası olması gerekliliği.. Özellikle en meşhur olduğu dönemlerde sansür çok yaygındı ve yapılan dayatmalarla toplumda "sanatçının politikayla işi olmaz" görüşü hakimdi.. Tekin Akmansoy ise tersini savunuyordu.. Sanatçının tabiki politikayla işi olurdu, ama politikanın sanatçıyla işi olmamalıydı..
Buna gerçek hayattan yaşadığı bir olayı örnek veriyordu.. Meşhur Kaynanalar dizisi çekimleri başlamıştı ve 4. bölüme gelindiğinde TRT'den gelen baskıyla eserin adı değiştirilmek istenmişti, kaynana ve aile bireylerini geçimsiz gösteren bir dizi çekildiği gerekçesiyle.. Süleyman Demirel döneminde, zamanın TRT Genel Müdürlüğü'ne yeni atama yapılmış o zaman.. Akmansoy, diziyle ilgili değişiklik kararını duyup hemen TRT'ye koşmuş, belki bir çaresi bulunur diye düşünerek..
Binanın girişinde rastladığı adama sormuş Genel Müdür'ü.. Ama "sanırım İstanbul'a gidiyor" cevabını almış, sorusuna müdürü neden aradığı sorusunu da ekleyen adamdan.. Tekin Akmansoy durumu anlatmış; "Kaynanalar geçimsizlik üzerine bir dizi değil.. Sadece çocukları anlaşamıyor.. hem bakış açıları da farklı.. Biri Anadolulu, diğeri Avrupai" demiş Akmansoy.. Konuştuğu adam da "peki, kalsın bakalım" demiş..
O gün merdivenlerde karşılaştığı kişi, TRT Genel Müdürü İsmail Cem'miş.. Akmansoy o günleri, Sayın Cem olmasaydı Kaynanalar efsanesi de olmazdı diye anıyor..
Her ikisini de sevgiyle anıyorum..
Etiketler:
20 Ocak,
90,
Denizli,
Gantar,
Haldun Taner,
İsmail Cem,
Kaynanalar,
Köyden İndim Şehire,
Leman Çıdamlı,
Moliere,
Necip Fazıl,
Nöri,
Nuri Kantar,
Sarayköy,
Scapin,
Tekin Akmansoy,
TRT,
Zoraki Tabip
Busby'nin Bebekleri
Alex Ferguson'u futbola az çok ilgisi olan hemen herkes tanır.. Yıllarca yönettiği takımıyla adeta özdeşleşmiş, Manchester United'tan her bahsedildiğinde konu mutlaka Sir ünvanlı çalıştırıcısı Ferguson'a da gelir.. Kırmızı Şeytanlar'ın tarihinde bir başka efsane çalıştırıcı ise, yine bir İskoç olan Matt Busby'dir.. Ferguson'dan önce kulüp tarihinde en çok iz bırakan, başarılarıyla rekor üstüne rekor kıran kişidir aynı zamanda.. Bugün 20. ölüm yıldönümü olan Busby için 2008'de yazmış olduğum yazıyı paylaşıyorum..
(6 Şubat 2008)
Matt Busby, futbolculuk ve teknik direktörlük kariyeriyle, dünya futbol tarihine adını altın harflerle yazdıran İskoçyalı bir efsane. Düşünülenin aksine, Manchester United kulübünün en uzun süre teknik direktörlük yapan ismi o aynı zamanda. Alex Ferguson henüz 21 seneye ulaşmışken; Busby, Kırmızı Şeytanlar'ı yaklaşık olarak 25 sene boyunca yönetti.
Birinci Dünya Savaşı sırasında hem babasını hem de tüm amcalarını kaybeden Matt Busby, futbol kariyerine 1928'de Manchester City takımında başladı ve bu takımda yıldızlaştı. 1945'te başladığı teknik direktörlük kariyerinde de çok uzaklara gitmedi Busby, bu seferki durağı ezeli rakip Manchester United kulübüydü. City'den sonra Liverpool'da 5 sene oynayan Busby, futbolcu veya teknik direktör olarak toplamda 33 sene ise Manchester şehrine hizmet etti. Manchester ile özdeşleşmesi bu yüzden İskoç futbol adamının.
Busby'nin Bebekleri tanımlaması ise, Manchester United kulübünde oynayan bir grup oyuncuya verilen bir isimdi. Geleneğin aksine diğer takımlardan transfer yapılmadan, kulübün kendi genç takımından yetiştirilerek A takıma kazandırılan “Bebekler”, Matt Busby'nin yönetiminde, 1956'da 21 yaş ve 1957'de 22 yaş ortalaması ile kazandıkları şampiyonluk ve ulaştıkları FA kupası finali ile bir anda dikkatleri üzerine çekti.
1957-1958 sezonuna da şampiyonluk hedefiyle başlayan bu genç United kadrosu, bir Avrupa Kupası deplasmanı dönüşü, futbol tarihinin en büyük trajedilerinden birine uğradı. 6 Şubat 1958'de Cverna Zvezda (Kızılyıldız) takımıyla Belgrad'da yaptığı maçtan döndükleri uçak, Münih havalanında piste çakıldı ve kulüp oyuncularından yedisi ile üç kulüp yetkilisi kaza sırasında öldü. Bir diğer oyuncu, Duncan Edwards da daha sonra hayatını kaybederken iki oyuncu daha tekrar futbol oynayamadılar. Busby ise ciddi yaralandığı kazanın ardından bir süre ara verdiği görevine dönmeyi başararak kazanın şanslı isimleri arasında yer aldı (Bir diğer şanslı isim ise, kazayı yine yaralı olarak atlatan Bobby Charlton'du).
6 Şubat 2008, kazanın 50. yıldönümünün anıldığı tarih. Faciada hayatını kaybeden toplam 23 kişi için Old Trafford'da organize edilen anma töreninin davetlileri arasında, kazadan sağ kurtulan Bobby Charlton da var. Ayrıca Wembley'de oynanacak İngiltere-İsviçre hazırlık maçı da bu anma törenleri çerçevesinde 1 dakikalık saygı duruşu ile başlayacak.
Rio Ferdinand'ın yaptığı çağrı önemli; “Umarım taraftarlar saygı duruşu esnasında sessiz kalacaklardır”. Saygı duruşlarının, saygısızlaşmasında musdarip olan Türk futbol camiası için de manidar bir istek olmuş Ferdinand'ınki.
Hazır Türk futbolseverlerden bahsetmişken, bir duyuru da ben yapmak istiyorum. Kaderin garip bir cilvesi, Manchester şehrinin iki büyük takımı United ve City, Premier Lig'de 10 Şubat Pazar günü karşı karşıya gelecekler. Bu karşılaşma Busby'nin futbola başladığı Manchester City ile teknik direktör olarak yıldızlaştığı Manchester United arasında ve yine saygı duruşuyla başlayacak. Bu maçta da beklenti, M.City taraftarlarının da saygı duruşuna uymaları. İşte bu yüzden Manchester United Başkanı David Gill'in sözleri önemli, “Kazadan etkilenen sadece Manchester United takımı değildi, aynı zamanda Manchester şehri ve tüm futbol camiasıydı”.
Bu karşılaşmada alınan özel izinler sonucu, United futbolcuları, Busby'nin Bebekleri dönemini yansıtacak 1950'lerin dizaynında formalarla sahaya çıkacaklar. Formalarda reklam yer almayacak ve numaralar birden onbire kadar sıralanacak. Manchester City takımının da özel dizayn bir formayla sahaya çıkması bekleniyor.
Premier Lig yayın hakkını ülkemizde elinde bulunduran kanalın da bu tarihi maçı vereceğini öngörecek olursak, siz futbolseverlere tavsiyem, Pazar günü öğleden sonra futboldan öte birşeyler izlemek isterseniz gözünüz Manchester derbisinde olsun. Yukarılardan maçı izleyecek olan Busby'nin Bebekleri'ni, biz de ekranlarımız başında yalnız bırakmayalım.
(6 Şubat 2008)
Matt Busby, futbolculuk ve teknik direktörlük kariyeriyle, dünya futbol tarihine adını altın harflerle yazdıran İskoçyalı bir efsane. Düşünülenin aksine, Manchester United kulübünün en uzun süre teknik direktörlük yapan ismi o aynı zamanda. Alex Ferguson henüz 21 seneye ulaşmışken; Busby, Kırmızı Şeytanlar'ı yaklaşık olarak 25 sene boyunca yönetti.
Birinci Dünya Savaşı sırasında hem babasını hem de tüm amcalarını kaybeden Matt Busby, futbol kariyerine 1928'de Manchester City takımında başladı ve bu takımda yıldızlaştı. 1945'te başladığı teknik direktörlük kariyerinde de çok uzaklara gitmedi Busby, bu seferki durağı ezeli rakip Manchester United kulübüydü. City'den sonra Liverpool'da 5 sene oynayan Busby, futbolcu veya teknik direktör olarak toplamda 33 sene ise Manchester şehrine hizmet etti. Manchester ile özdeşleşmesi bu yüzden İskoç futbol adamının.
Busby'nin Bebekleri tanımlaması ise, Manchester United kulübünde oynayan bir grup oyuncuya verilen bir isimdi. Geleneğin aksine diğer takımlardan transfer yapılmadan, kulübün kendi genç takımından yetiştirilerek A takıma kazandırılan “Bebekler”, Matt Busby'nin yönetiminde, 1956'da 21 yaş ve 1957'de 22 yaş ortalaması ile kazandıkları şampiyonluk ve ulaştıkları FA kupası finali ile bir anda dikkatleri üzerine çekti.
1957-1958 sezonuna da şampiyonluk hedefiyle başlayan bu genç United kadrosu, bir Avrupa Kupası deplasmanı dönüşü, futbol tarihinin en büyük trajedilerinden birine uğradı. 6 Şubat 1958'de Cverna Zvezda (Kızılyıldız) takımıyla Belgrad'da yaptığı maçtan döndükleri uçak, Münih havalanında piste çakıldı ve kulüp oyuncularından yedisi ile üç kulüp yetkilisi kaza sırasında öldü. Bir diğer oyuncu, Duncan Edwards da daha sonra hayatını kaybederken iki oyuncu daha tekrar futbol oynayamadılar. Busby ise ciddi yaralandığı kazanın ardından bir süre ara verdiği görevine dönmeyi başararak kazanın şanslı isimleri arasında yer aldı (Bir diğer şanslı isim ise, kazayı yine yaralı olarak atlatan Bobby Charlton'du).
6 Şubat 2008, kazanın 50. yıldönümünün anıldığı tarih. Faciada hayatını kaybeden toplam 23 kişi için Old Trafford'da organize edilen anma töreninin davetlileri arasında, kazadan sağ kurtulan Bobby Charlton da var. Ayrıca Wembley'de oynanacak İngiltere-İsviçre hazırlık maçı da bu anma törenleri çerçevesinde 1 dakikalık saygı duruşu ile başlayacak.
Rio Ferdinand'ın yaptığı çağrı önemli; “Umarım taraftarlar saygı duruşu esnasında sessiz kalacaklardır”. Saygı duruşlarının, saygısızlaşmasında musdarip olan Türk futbol camiası için de manidar bir istek olmuş Ferdinand'ınki.
Hazır Türk futbolseverlerden bahsetmişken, bir duyuru da ben yapmak istiyorum. Kaderin garip bir cilvesi, Manchester şehrinin iki büyük takımı United ve City, Premier Lig'de 10 Şubat Pazar günü karşı karşıya gelecekler. Bu karşılaşma Busby'nin futbola başladığı Manchester City ile teknik direktör olarak yıldızlaştığı Manchester United arasında ve yine saygı duruşuyla başlayacak. Bu maçta da beklenti, M.City taraftarlarının da saygı duruşuna uymaları. İşte bu yüzden Manchester United Başkanı David Gill'in sözleri önemli, “Kazadan etkilenen sadece Manchester United takımı değildi, aynı zamanda Manchester şehri ve tüm futbol camiasıydı”.
Bu karşılaşmada alınan özel izinler sonucu, United futbolcuları, Busby'nin Bebekleri dönemini yansıtacak 1950'lerin dizaynında formalarla sahaya çıkacaklar. Formalarda reklam yer almayacak ve numaralar birden onbire kadar sıralanacak. Manchester City takımının da özel dizayn bir formayla sahaya çıkması bekleniyor.
Premier Lig yayın hakkını ülkemizde elinde bulunduran kanalın da bu tarihi maçı vereceğini öngörecek olursak, siz futbolseverlere tavsiyem, Pazar günü öğleden sonra futboldan öte birşeyler izlemek isterseniz gözünüz Manchester derbisinde olsun. Yukarılardan maçı izleyecek olan Busby'nin Bebekleri'ni, biz de ekranlarımız başında yalnız bırakmayalım.
Cumartesi, Ocak 18, 2014
Önceleri Yasama, Yürütme ve Yargı Vardı; Montesquieu'den Beri
Ünlü Fransız politik düşünür, Montesquieu'nün 325. doğum günü bugün.. Sağlam bir Anayasa'ya bağlı devlet yapısının en temel yapı taşlarından olan Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinin birbirinden ayrı tutulması fikrini geliştirmesiyle tanınır..
Montesquieu'nün doğum gününün, tam da ülkemizde yasama, yürütme, yargı savaşlarının yaşandığı bir döneme denk gelmesi, bu günlerin popüler sözüyle tanımlamak gerekirse çok manidar oldu.. Peki, ünlü Fransız düşünür temelleri ilk olarak Antik Yunan döneminde atılan, kuvvetler ayrılığı prensibini geliştirirken hangi noktalar üzerinde çalıştı?
Kendisinden önce savunulan en güçlü görüş, İngiliz liberal filozof John Locke tarafından geliştirilen Yasama ve Yürütme'nin ayrılması gerektiğiydi.. Montesquieu ise bu görüşe Yargı'yı da ekledi.. İngiltere'de avam ve lordlar kamarasının ayrı olmasından etkilenen Fransız düşünür, modellemesinde yargının da üçüncü bağımsız bir güç olması gerektiğini ve yasama, yürütme ile yargının her birinin diğer ikisi tarafından denetlenme gerekliliği düşüncesini geliştirdi..
Ülkemizde kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanamaması gerçeği uzun zamandır demokratik sistemimizdeki bir kambur olsa da, özellikle 17 Aralık 2013'te başlayan yolsuzluk operasyonlarıyla bu problem had safhaya çıkmış ve tabiri caizse bir devlet krizi durumuna gelmiştir..
Antik çağlardan beri, döneminin ünlü düşünürleri Aristo, Platon, Cicero, ve nihayetinde Locke ile Montesquieu'den beri devlet kavramının yapısı ve özellikle de devletin gücü yeniden irdelendi.. Üç kuvvetin ayrıştırılmak istenmesindeki en temel sebep, devleti yönetme gücünün tek bir kişi veya belirli bir grubun elinde olmaması gerekliliğidir..
Türkiye'de bugüne kadarki siyasi geçmişte, Gezi Olayları'nın daha önce hiç olmadığı kadar kalabalık ve ısrarlı bir kesim tarafından savunulmasında ve haftalar boyunca sokak gösterilerine yüksen bir katılım olmasının nedeni de yine yasama, yürütme ve yargı güçlerinin tek bir elde toplanmaya başlaması ve bu mutlakiyetin, bireylerin kişisel hak ve hürriyetlerini tehdit etmeye başlamasının verdiği endişedir..
Seçim sistemindeki adil olmayan yapıdan dolayı, Yasama Organı olan Meclis'te de, aldığı oyun çok daha fazlası bir oranla temsil edilen hükumet partisi, aynı zamanda yeni yasa tasarılarının oluşturulduğu komisyonlarda da oransal olarak çoğunluk hakına sahip oluyor ve diğer tüm muhalefet partilerinin karşı oylamasına rağmen istedikleri tasarıları geçirebiliyorlar..
Yürütme organı olan Bakanlar Kurulu, Başbakan ve nihayetinde yine yukarıda belirtilen mutlak çoğunluğa sahip Meclis tarafından seçilen Cumhurbaşkanı'nın bugüne kadarki paralel hareket refleksleri ile; kanunların, onay makamı olan Cumhurbaşkanlığı'ndan adeta jet hızıyla geçmesiyle, kamuoyundaki baskın görüş; Türkiye'de yasama ve yürütmenin ayrılmamış olduğu gerçeğidir..
Buraya kadarki, devlet işleyişinin doğası gereği, TBMM'de oluşturulan ve Bakanlar Kurulu ile Başbakan tarafından Cumhurbaşkanı'na sunulan kanunların onaylanmasını takiben, Montesquieu'nün "De l'esprit de lois" adlı kitabında savunduğu gibi, geriye kalan ihtiyaç, bu oluşturulan kanunların bağımsız bir güç tarafından denetlenmesi ihtiyacıdır.. Bu güç Yargı'dır ve Türkiye Cumhuriyeti'nde bu görev Anayasa Mahkemesi'ne aittir..
Buraya kadar, Montesquieu'nün işleyen sisteminde olması gerekenin bir özetini sundum.. Ancak gelin görün ki, ülkemizde gerek parlamento yapısında halkın sandıkta söylediği sözün gerçek karşılığından uzak, adil olmayan bir dağılım, gerek Yasama ve Yürütme'nin tek bir elde toplanması ve en önemlisi de Türk Yargı Sistemi'nin en basit deyişle artık hiç güven vermemesi, bireysel hak ve özgürlükleri son derece kısıtlayarak, mutlak devlet gücünün bir kişi etrafında oluşması sonucunu doğurmuştur..
Son dönemde, hukuk sistemimiz adalet dağıtmaktan son derece uzak olup, benzer davalarda her vatandaşa eşit olmayan keyfi kararlar alınmaktadır.. Yakın zamanda 28 Şubat, Ergenekon, Balyoz diye adlandırılan davalarda önce ağır cezalandırmalar yapılmış, ardından ilk kararlarla çelişen birçok karara imza atılmış, sonucunda ise örneğin önceleri demokratik devlet işleyişine karşı bir darbe olarak sunulan 28 Şubat sürecinde yargılananların davasında tek bir tutuklu sanık kalmamıştır.. Aynı şekilde Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarından yargılanan ve onlarca yıllık sürelerle hüküm giyen emekli askerlerin yeniden yargılanması
gerektiği yönünde kamuoyunda bir rüzgar estirilmeye başlamıştır..
Benzer şekilde şike sürecinde yargılanan Fenerbahçe Başkanı başta olmak üzere kamuoyunun yakından tanıdığı birçok spor adamı, önce yargılanmış, sonra beraat etmişler ve yeni gelişmeler sonucunda bazılarının tekrar hüküm giyeceği anlaşılmıştır.. Bunun yanında silah ile devlete karşı savaşan, terör suçlularının kısa zamanda tahliyeleri toplumun vicdanını yaralayıcı sonuçlar açmaktadır..
Tüm bu örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir ve Türk Hukuk Sistemi'nin ne kadar da zayıf bir temel üzerinde yükseldiği görülebilir.. Bu zayıflık, 17 Aralık süreciyle beraber iyice su yüzüne çıkmıştır.. Yargılanmak istenen kişilerin hükumete yakın iş adamları ve hatta bazı bakan ve siyasetçilerin aile üyeleri olunca, Montesquieu'nün modelinde birbirinden ayrı olması gereken Yasama ve Yürütme erkleri, Yargı'yı kuşatmaya almışlardır..
Her gün sayısız savcı ve hakimin yerleri değiştirilmekte, HSYK (Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu) çağdaş batılı ülkelerde örneği görülmemiş bir şekilde doğrudan Adalet Bakanı'na bağlanarak, adeta kuzu kurda emanet edilmiştir..
325. doğum gününde, ülkemizde artık geçerliliğini gün geçtikçe yitiren kuvvetler ayrılığı düşüncesinin sahibi Baron de Montesquieu'nün sözleriyle bitirelim;
"Bir kişiye yapılmış haksızlık , bütün topluma yöneltilmiş bir tehdittir.."
O yüzden, bağımsız ve adil yargının tekrar hüküm sürmesi dileğiyle..
Nils Filmer
Montesquieu'nün doğum gününün, tam da ülkemizde yasama, yürütme, yargı savaşlarının yaşandığı bir döneme denk gelmesi, bu günlerin popüler sözüyle tanımlamak gerekirse çok manidar oldu.. Peki, ünlü Fransız düşünür temelleri ilk olarak Antik Yunan döneminde atılan, kuvvetler ayrılığı prensibini geliştirirken hangi noktalar üzerinde çalıştı?
Kendisinden önce savunulan en güçlü görüş, İngiliz liberal filozof John Locke tarafından geliştirilen Yasama ve Yürütme'nin ayrılması gerektiğiydi.. Montesquieu ise bu görüşe Yargı'yı da ekledi.. İngiltere'de avam ve lordlar kamarasının ayrı olmasından etkilenen Fransız düşünür, modellemesinde yargının da üçüncü bağımsız bir güç olması gerektiğini ve yasama, yürütme ile yargının her birinin diğer ikisi tarafından denetlenme gerekliliği düşüncesini geliştirdi..
Ülkemizde kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanamaması gerçeği uzun zamandır demokratik sistemimizdeki bir kambur olsa da, özellikle 17 Aralık 2013'te başlayan yolsuzluk operasyonlarıyla bu problem had safhaya çıkmış ve tabiri caizse bir devlet krizi durumuna gelmiştir..
Antik çağlardan beri, döneminin ünlü düşünürleri Aristo, Platon, Cicero, ve nihayetinde Locke ile Montesquieu'den beri devlet kavramının yapısı ve özellikle de devletin gücü yeniden irdelendi.. Üç kuvvetin ayrıştırılmak istenmesindeki en temel sebep, devleti yönetme gücünün tek bir kişi veya belirli bir grubun elinde olmaması gerekliliğidir..
Türkiye'de bugüne kadarki siyasi geçmişte, Gezi Olayları'nın daha önce hiç olmadığı kadar kalabalık ve ısrarlı bir kesim tarafından savunulmasında ve haftalar boyunca sokak gösterilerine yüksen bir katılım olmasının nedeni de yine yasama, yürütme ve yargı güçlerinin tek bir elde toplanmaya başlaması ve bu mutlakiyetin, bireylerin kişisel hak ve hürriyetlerini tehdit etmeye başlamasının verdiği endişedir..
Seçim sistemindeki adil olmayan yapıdan dolayı, Yasama Organı olan Meclis'te de, aldığı oyun çok daha fazlası bir oranla temsil edilen hükumet partisi, aynı zamanda yeni yasa tasarılarının oluşturulduğu komisyonlarda da oransal olarak çoğunluk hakına sahip oluyor ve diğer tüm muhalefet partilerinin karşı oylamasına rağmen istedikleri tasarıları geçirebiliyorlar..
Yürütme organı olan Bakanlar Kurulu, Başbakan ve nihayetinde yine yukarıda belirtilen mutlak çoğunluğa sahip Meclis tarafından seçilen Cumhurbaşkanı'nın bugüne kadarki paralel hareket refleksleri ile; kanunların, onay makamı olan Cumhurbaşkanlığı'ndan adeta jet hızıyla geçmesiyle, kamuoyundaki baskın görüş; Türkiye'de yasama ve yürütmenin ayrılmamış olduğu gerçeğidir..
Buraya kadarki, devlet işleyişinin doğası gereği, TBMM'de oluşturulan ve Bakanlar Kurulu ile Başbakan tarafından Cumhurbaşkanı'na sunulan kanunların onaylanmasını takiben, Montesquieu'nün "De l'esprit de lois" adlı kitabında savunduğu gibi, geriye kalan ihtiyaç, bu oluşturulan kanunların bağımsız bir güç tarafından denetlenmesi ihtiyacıdır.. Bu güç Yargı'dır ve Türkiye Cumhuriyeti'nde bu görev Anayasa Mahkemesi'ne aittir..
Buraya kadar, Montesquieu'nün işleyen sisteminde olması gerekenin bir özetini sundum.. Ancak gelin görün ki, ülkemizde gerek parlamento yapısında halkın sandıkta söylediği sözün gerçek karşılığından uzak, adil olmayan bir dağılım, gerek Yasama ve Yürütme'nin tek bir elde toplanması ve en önemlisi de Türk Yargı Sistemi'nin en basit deyişle artık hiç güven vermemesi, bireysel hak ve özgürlükleri son derece kısıtlayarak, mutlak devlet gücünün bir kişi etrafında oluşması sonucunu doğurmuştur..
Son dönemde, hukuk sistemimiz adalet dağıtmaktan son derece uzak olup, benzer davalarda her vatandaşa eşit olmayan keyfi kararlar alınmaktadır.. Yakın zamanda 28 Şubat, Ergenekon, Balyoz diye adlandırılan davalarda önce ağır cezalandırmalar yapılmış, ardından ilk kararlarla çelişen birçok karara imza atılmış, sonucunda ise örneğin önceleri demokratik devlet işleyişine karşı bir darbe olarak sunulan 28 Şubat sürecinde yargılananların davasında tek bir tutuklu sanık kalmamıştır.. Aynı şekilde Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarından yargılanan ve onlarca yıllık sürelerle hüküm giyen emekli askerlerin yeniden yargılanması
gerektiği yönünde kamuoyunda bir rüzgar estirilmeye başlamıştır..
Benzer şekilde şike sürecinde yargılanan Fenerbahçe Başkanı başta olmak üzere kamuoyunun yakından tanıdığı birçok spor adamı, önce yargılanmış, sonra beraat etmişler ve yeni gelişmeler sonucunda bazılarının tekrar hüküm giyeceği anlaşılmıştır.. Bunun yanında silah ile devlete karşı savaşan, terör suçlularının kısa zamanda tahliyeleri toplumun vicdanını yaralayıcı sonuçlar açmaktadır..
Tüm bu örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir ve Türk Hukuk Sistemi'nin ne kadar da zayıf bir temel üzerinde yükseldiği görülebilir.. Bu zayıflık, 17 Aralık süreciyle beraber iyice su yüzüne çıkmıştır.. Yargılanmak istenen kişilerin hükumete yakın iş adamları ve hatta bazı bakan ve siyasetçilerin aile üyeleri olunca, Montesquieu'nün modelinde birbirinden ayrı olması gereken Yasama ve Yürütme erkleri, Yargı'yı kuşatmaya almışlardır..
Her gün sayısız savcı ve hakimin yerleri değiştirilmekte, HSYK (Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu) çağdaş batılı ülkelerde örneği görülmemiş bir şekilde doğrudan Adalet Bakanı'na bağlanarak, adeta kuzu kurda emanet edilmiştir..
325. doğum gününde, ülkemizde artık geçerliliğini gün geçtikçe yitiren kuvvetler ayrılığı düşüncesinin sahibi Baron de Montesquieu'nün sözleriyle bitirelim;
"Bir kişiye yapılmış haksızlık , bütün topluma yöneltilmiş bir tehdittir.."
O yüzden, bağımsız ve adil yargının tekrar hüküm sürmesi dileğiyle..
Nils Filmer
Etiketler:
17 Aralık,
18 Ocak,
325,
Aziz Yıldırım,
Cumhurbaşkanı,
de l'esprit de lois,
Fransız,
Gezi,
HSYK,
Kuvvetler Ayrılığı,
Locke,
Manidar,
Meclis,
Montesquieu,
Politika,
Yargı,
Yasama,
Yürütme
Perşembe, Ocak 16, 2014
Kent Duvarları'nın İzinde Yarım Asır: Burhan Doğançay
Gectigimiz yil (2013) bugun kaybettigimiz usta ressam ve fotograf sanatcisi Burhan Dogancay, belki de en cok Kent Duvarlari'ni yansittigi resimleriyle bilinir (wall-art)..
Dogancay, insanlarin ve icinde yasadiklari toplumun kulturel ve politik gibi tum sosyolojik unsurlarini yansittigini dusunerek hayranlik duyuyordu duvarlara.. 1960'li yillardan bu yana 40 yil boyunca, tam 114 ulkeyi gezdi bu ugurda, o duvarlari fotograflayarak.. Bu fotograflar, daha sonra usta sanatcinin marifetli ellerinde birer tabloya donusecekti..
Burhan Dogancay, resimlerinde agirlikli olarak kolaji veya, fumaj denen tutsuleme yontemini kullaniyordu.. Eserlerinde ozellikle kolaj calismalarinda kullandigi yiritlmis kagit seritleri objesiyle ve bunlarin golgelerini karakteristik olarak resmetmesiyle ayirt edilir..
Kurdeleler Serisi calismalarinin ardindan, reklam panolarini andiran Koniler Serisi adli eserlerinde kullandigi farkli teknikler ile sanat dunyasinda yine iz birakmistir. Nitekim, ressamin daha once bir sanatsever tarafindan $50,000'a aldigi Mavi Senfoni adli tablosu (aşağıdaki fotoğrafta görülebilir), Kasim 2009'da bir muzayedede tam $1,7 milyon (yani yaklasik 2,2 milyon TL)'ye satin alinmistir.. Bu tablonun onemli ozzelliklerinden biri de, 1987'de duzenlenen ilk Istanbul Bienali icin resmedilmis olmasidir..
Unlu ressam bugune kadar, aralarinda New York Metropolitan Sanat Muzesi ve Modern Sanat Muzesi'nin de aralarinda bulundugu 70 degisik ulke muzesinde sergiler acmistir.. Metropolitan ve Guggenheim gibi muzelerde surekli sergilenen eserler arasinda Dogancay'in resimleri de bulunmaktadir..
2004 yilinda, Istanbul Beyoglu'da kendi adini tasiyan Burhan Dogancay muzesini acarak, ulkemizdeki ilk Cagdas Sanat (Contemporary Art) muzesinin kurulmasinda onculuk etmistir.. Müzede Burhan Doğançay'ın sanat hayatı boyunca verdiği eserlerden oluşturulmuş bir retrospektif koleksiyon ile beraber, babası Adil Doğançay'ın eserleri de sergilenmektedir.. Müze, sanata eğitim üzerinden destek vermek amacıyla her yıl geleneksel olarak 8-14 yaş grubuna yönelik resim yarışmaları düzenlemektedir..
16 Ocak 2013 tarihinde İstanbul'da kaybettiğimiz ünlü sanatçı, Bodrum'a bağlı Turgutreis beldesindeki Karabağ mezarlığında defnedilmiştir..
Türk resim sanatına verdiği katkılar için teşekkürler, değerli ustayı saygıyla anıyorum..
Nils Filmer
Dogancay, insanlarin ve icinde yasadiklari toplumun kulturel ve politik gibi tum sosyolojik unsurlarini yansittigini dusunerek hayranlik duyuyordu duvarlara.. 1960'li yillardan bu yana 40 yil boyunca, tam 114 ulkeyi gezdi bu ugurda, o duvarlari fotograflayarak.. Bu fotograflar, daha sonra usta sanatcinin marifetli ellerinde birer tabloya donusecekti..
Burhan Dogancay, resimlerinde agirlikli olarak kolaji veya, fumaj denen tutsuleme yontemini kullaniyordu.. Eserlerinde ozellikle kolaj calismalarinda kullandigi yiritlmis kagit seritleri objesiyle ve bunlarin golgelerini karakteristik olarak resmetmesiyle ayirt edilir..
Kurdeleler Serisi calismalarinin ardindan, reklam panolarini andiran Koniler Serisi adli eserlerinde kullandigi farkli teknikler ile sanat dunyasinda yine iz birakmistir. Nitekim, ressamin daha once bir sanatsever tarafindan $50,000'a aldigi Mavi Senfoni adli tablosu (aşağıdaki fotoğrafta görülebilir), Kasim 2009'da bir muzayedede tam $1,7 milyon (yani yaklasik 2,2 milyon TL)'ye satin alinmistir.. Bu tablonun onemli ozzelliklerinden biri de, 1987'de duzenlenen ilk Istanbul Bienali icin resmedilmis olmasidir..
Unlu ressam bugune kadar, aralarinda New York Metropolitan Sanat Muzesi ve Modern Sanat Muzesi'nin de aralarinda bulundugu 70 degisik ulke muzesinde sergiler acmistir.. Metropolitan ve Guggenheim gibi muzelerde surekli sergilenen eserler arasinda Dogancay'in resimleri de bulunmaktadir..
2004 yilinda, Istanbul Beyoglu'da kendi adini tasiyan Burhan Dogancay muzesini acarak, ulkemizdeki ilk Cagdas Sanat (Contemporary Art) muzesinin kurulmasinda onculuk etmistir.. Müzede Burhan Doğançay'ın sanat hayatı boyunca verdiği eserlerden oluşturulmuş bir retrospektif koleksiyon ile beraber, babası Adil Doğançay'ın eserleri de sergilenmektedir.. Müze, sanata eğitim üzerinden destek vermek amacıyla her yıl geleneksel olarak 8-14 yaş grubuna yönelik resim yarışmaları düzenlemektedir..
16 Ocak 2013 tarihinde İstanbul'da kaybettiğimiz ünlü sanatçı, Bodrum'a bağlı Turgutreis beldesindeki Karabağ mezarlığında defnedilmiştir..
Türk resim sanatına verdiği katkılar için teşekkürler, değerli ustayı saygıyla anıyorum..
Nils Filmer
Etiketler:
16 Ocak,
bodrum,
Burhan Doğançay,
Çağdaş,
Duvar,
Fotoğraf,
Kent,
Kolaj,
Koniler,
Kurdeleler,
Mavi Senfoni,
Müze,
Resim,
Ressam,
Sanat,
Şehir,
Turgutreis
Salı, Ocak 14, 2014
Surekli Buyuyen Ama Hep Harika Kalan Dahi Bir Cocuk; Fazil Say
Yalnizca ulkemizde degil, ayni zamanda tum dunyada, yirmi birinci yuzyilin en buyuk sanatcilarindan biri olarak kabul edilen, muzigin dahi cocugu Fazil Say, 14 Ocak 1970 tarihinde Ankara'da dunyaya geldi..
Dogustan gelen dudak damak yarigi rahatsizligi yuzunden gecirdigi operasyonun ardindan doktorunun uflemeli calgi kullanma onerisi ile muzige oldukca erken yasta melodika calarak baslamis Fazil Say.. Henuz 3 yasinda obuaci Ali Kemal Kaya'dan egitim alan kucuk Fazil'in piyanoyla tanismasi da cok gecikmemis..
Fazil Say 4 yasindayken, Mithat Fenmen ile tam 8 yil surecek piyano derslerine basladi.. ''Harika Cocuk'', seneler 1982'yi gosterince, o donemde uygulanan ''Ustun Yetenekli Cocuklar Icin Ozel Statu'' uygulamasindan yararlandi ve piyano, kompozisyon bolumunde egitim almaya basladigi konservatuardan 1987'de mezun oldu.. Fazil Say, yuksek egitimini ise Alman Akademik Degisim Servisi ile aldigi bursla, Dusseldorf Muzik Yuksek Okulu, Robert Schumann Enstitusu''nde tamamlayarak 1991 yilinda koncerto solisti diplomasini almistir..
Egitimini tamamladiktan sonra 1992'de Berlin Tasarim Sanatlari ve Muzik Akademisi'nde ogretmenlik yapan usta sanatci bundan sonraki yillarda ise hepsi birer basyapit olacak olan eserlerini olusturmaya basladi.. Birbirini takip eden oratoryolar, koncertolar, orkestra eserleri, bale ve tiyatro muziklerinin de arasinda bulundugu sayisiz eserle Fazil Say, kisa zamanda tum dunyanin en cok merak edilen ve hayranlik uyandiran sanatcilarindan biriydi artik..
Sanatci kisiligi ona onemli bir gorev daha getirdi 2008 yilinda.. Fazil Say, Avrupa Birligi tarafindan Kultur Elcisi unvaniyla onurlandırıldı.. Bundan sonraki surecte, unlu sanatcimiz dogu ile bati kulturleri arasinda bir kopru kurma hedefini kendine ilke edinecekti..
Ancak Turkiye, son birkac yildir iktidarda olan hukumetin icraatlariyla tam olarak dogu ile bati kulturleri arasinda bocalayan bir atmosfere dogru surukleniyordu.. 2007 yilinda sorumlu bir sanatci duyarliligiyla, Fazil Say ulkesinin 'Bati'ya yavas yavas sirtini donmesine sessiz kalmadi ve Cagdas Turkiye'nin temeli olan Cumhuriyet rejiminin hukumet politikalari ile tehdit altinda oldugunu soyledi.. Alman Suddeutsche Zeitung'a verdigi bu demec hem ulkemizde, hem de Avrupa basta olmak uzere tum dunya sanat cevrelerinde genis yanki buldu..
Fazil Say roportajinda, ulkeden ayrilmayi dusundugunden bahsediyordu.. O zamana kadar Turkiye'nin hizla degisen siyasi yapisini cok da iyi analiz edemeyen Avrupali bazi siyasiler ve sanatcilar, ulkenin degerli bir sanatcisinin 'cigligi'na kayitsiz kalmadilar.. Gittikce kisitlanan ozel yasamlar, cagdasliktan uzaklasilan politikalar ile bezenen karanlik tablonun uluslararasi mecralarda sesli olarak konuslumasina Fazil Say'in bu cikisi vesile oldu diyebiliriz..
Bunun yaninda, devlet duzenimizin onlarca yildir gelistirdigi geleneksel fikir ozgurlugunu baltalama refleksinden Fazil Say da nasibini aldi.. Fazil Say muzik enstrumani olan piyanosuyla, gonlumuzu fethedip, notalariyla ruhumuza islerken; cagimizin en onemli iletisim enstrumanlarindan olan sosyal medyada soyledikleri ise 2007'deki roportajdan sonra bir kez daha basinin agrimasina sebep oldu..
"Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cenneti ala meyhane midir? Her müminine 2 huri vereceğim diyorsun, cenneti ala kerhane midir?"
Fazil Say, gectigimiz yil unlu sair Omer Hayyam'in bir rubaisinden yaptigi yukaridaki alinti yuzunden ''halkin bir kesiminin benimsedigi dini degerleri asagilamak'' maddesi geregi yargilanip 10 ay hapis cezasina carptirildi.. Bu ceza, eylemin tekrarlanmamasi kosuluyla ertelendi.. Fazil Say, karardan duydugu hayal kirikligini saklama geregi duymadi..
Degerli bir sanatcinin, fikir hurriyetini ihlal edici bir kararla hukum giymesi kamuoyunda buyuk yanki uyandirmisti .Ustelik tweet mesajinda yazdiklari, kendi sozleri degil sadece bir alintiydi.. Ancak sosyal medyada ona saldiran kisilerin bircogunun, Say'in yazdiklarini kendi sozleri sanmasi da ayrica trajikomik ve manidardi..
Gectigimiz yili bu sekilde biraz calkantili geciren Fazil Say, yeni yilla birlikte sanat calismalarina devam ediyor.. Onun bir yandan yeni besteler yaparken, bir yandan da ulkenin gidisatini dert edinmesini oldukca onemli ve degerli buluyorum..
Muzigin dahisinden daha cok dinleyeceklerimiz var; hem notalarindan, hem de sozlerinden.. Iyi ki dogdun Fazil Say..
Nils Filmer
Not: Yakin gelecekte sanatcinin konser programi su sekilde:
Dogustan gelen dudak damak yarigi rahatsizligi yuzunden gecirdigi operasyonun ardindan doktorunun uflemeli calgi kullanma onerisi ile muzige oldukca erken yasta melodika calarak baslamis Fazil Say.. Henuz 3 yasinda obuaci Ali Kemal Kaya'dan egitim alan kucuk Fazil'in piyanoyla tanismasi da cok gecikmemis..
Fazil Say 4 yasindayken, Mithat Fenmen ile tam 8 yil surecek piyano derslerine basladi.. ''Harika Cocuk'', seneler 1982'yi gosterince, o donemde uygulanan ''Ustun Yetenekli Cocuklar Icin Ozel Statu'' uygulamasindan yararlandi ve piyano, kompozisyon bolumunde egitim almaya basladigi konservatuardan 1987'de mezun oldu.. Fazil Say, yuksek egitimini ise Alman Akademik Degisim Servisi ile aldigi bursla, Dusseldorf Muzik Yuksek Okulu, Robert Schumann Enstitusu''nde tamamlayarak 1991 yilinda koncerto solisti diplomasini almistir..
Egitimini tamamladiktan sonra 1992'de Berlin Tasarim Sanatlari ve Muzik Akademisi'nde ogretmenlik yapan usta sanatci bundan sonraki yillarda ise hepsi birer basyapit olacak olan eserlerini olusturmaya basladi.. Birbirini takip eden oratoryolar, koncertolar, orkestra eserleri, bale ve tiyatro muziklerinin de arasinda bulundugu sayisiz eserle Fazil Say, kisa zamanda tum dunyanin en cok merak edilen ve hayranlik uyandiran sanatcilarindan biriydi artik..
Sanatci kisiligi ona onemli bir gorev daha getirdi 2008 yilinda.. Fazil Say, Avrupa Birligi tarafindan Kultur Elcisi unvaniyla onurlandırıldı.. Bundan sonraki surecte, unlu sanatcimiz dogu ile bati kulturleri arasinda bir kopru kurma hedefini kendine ilke edinecekti..
Ancak Turkiye, son birkac yildir iktidarda olan hukumetin icraatlariyla tam olarak dogu ile bati kulturleri arasinda bocalayan bir atmosfere dogru surukleniyordu.. 2007 yilinda sorumlu bir sanatci duyarliligiyla, Fazil Say ulkesinin 'Bati'ya yavas yavas sirtini donmesine sessiz kalmadi ve Cagdas Turkiye'nin temeli olan Cumhuriyet rejiminin hukumet politikalari ile tehdit altinda oldugunu soyledi.. Alman Suddeutsche Zeitung'a verdigi bu demec hem ulkemizde, hem de Avrupa basta olmak uzere tum dunya sanat cevrelerinde genis yanki buldu..
Fazil Say roportajinda, ulkeden ayrilmayi dusundugunden bahsediyordu.. O zamana kadar Turkiye'nin hizla degisen siyasi yapisini cok da iyi analiz edemeyen Avrupali bazi siyasiler ve sanatcilar, ulkenin degerli bir sanatcisinin 'cigligi'na kayitsiz kalmadilar.. Gittikce kisitlanan ozel yasamlar, cagdasliktan uzaklasilan politikalar ile bezenen karanlik tablonun uluslararasi mecralarda sesli olarak konuslumasina Fazil Say'in bu cikisi vesile oldu diyebiliriz..
Bunun yaninda, devlet duzenimizin onlarca yildir gelistirdigi geleneksel fikir ozgurlugunu baltalama refleksinden Fazil Say da nasibini aldi.. Fazil Say muzik enstrumani olan piyanosuyla, gonlumuzu fethedip, notalariyla ruhumuza islerken; cagimizin en onemli iletisim enstrumanlarindan olan sosyal medyada soyledikleri ise 2007'deki roportajdan sonra bir kez daha basinin agrimasina sebep oldu..
"Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cenneti ala meyhane midir? Her müminine 2 huri vereceğim diyorsun, cenneti ala kerhane midir?"
Fazil Say, gectigimiz yil unlu sair Omer Hayyam'in bir rubaisinden yaptigi yukaridaki alinti yuzunden ''halkin bir kesiminin benimsedigi dini degerleri asagilamak'' maddesi geregi yargilanip 10 ay hapis cezasina carptirildi.. Bu ceza, eylemin tekrarlanmamasi kosuluyla ertelendi.. Fazil Say, karardan duydugu hayal kirikligini saklama geregi duymadi..
Degerli bir sanatcinin, fikir hurriyetini ihlal edici bir kararla hukum giymesi kamuoyunda buyuk yanki uyandirmisti .Ustelik tweet mesajinda yazdiklari, kendi sozleri degil sadece bir alintiydi.. Ancak sosyal medyada ona saldiran kisilerin bircogunun, Say'in yazdiklarini kendi sozleri sanmasi da ayrica trajikomik ve manidardi..
Gectigimiz yili bu sekilde biraz calkantili geciren Fazil Say, yeni yilla birlikte sanat calismalarina devam ediyor.. Onun bir yandan yeni besteler yaparken, bir yandan da ulkenin gidisatini dert edinmesini oldukca onemli ve degerli buluyorum..
Muzigin dahisinden daha cok dinleyeceklerimiz var; hem notalarindan, hem de sozlerinden.. Iyi ki dogdun Fazil Say..
Nils Filmer
Not: Yakin gelecekte sanatcinin konser programi su sekilde:
Ocak 15 | Ankara, Turkey | Ankara Nâzım Hikmet Kongre ve Sanat Merkezi (Çok Amaçlı Salon) | ||
Ocak 17 | Bursa, Türkiye | Bursa Merinos AKKM (Osman Gazi Salonu) | ||
Ocak 18 | İzmir, Türkiye | AASSM | ||
Ocak 20 | Lugano | Residency Lugano Orchestra RSI | ||
Ocak 21 | Lugano | |||
Ocak 24 | Lugano | |||
Ocak 26 | Lugano | |||
Ocak 29 | Salzburg | |||
Ocak 31 | Salzburg |
Subat 1 | Wetzikon, Switzerland | Concert Wetzikon Klavierissimo | Joseph Haydn (1732-1809): Variations in F minor Hob XVII/6 Bernd Alois Zimmermann (1918-1970): 5 pieces from Enchiridion Igor Strawinsky (1882-1971): Three movements from Petrushka Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791): Piano Sonata No. 10 C major K 330 Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791): Piano Sonata No. 11, A major K. 331 |
|
Şubat 9 | Winter Theater, Russia | Concert Sochi, “New Russia” Symphony Orchestra, Yuri Bashmet | Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791): Piano Concerto No. 21, C major K. 467 | |
Robert Schumann (1810-1856): Overture “Genoveva” op. 81 |
||||
Etiketler:
14 Ocak,
Ali Kemal Kaya,
Avrupa,
Berlin,
Beste,
Doğumgünü,
Dusseldorf,
Fazıl Say,
Hapis,
Konser,
Mithat Fenmen,
Ömer Hayyam,
Piyano,
Sanatci,
Twitter
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)