Cumartesi, Ocak 18, 2014

Önceleri Yasama, Yürütme ve Yargı Vardı; Montesquieu'den Beri

Ünlü Fransız politik düşünür, Montesquieu'nün 325. doğum günü bugün.. Sağlam bir Anayasa'ya bağlı devlet yapısının en temel yapı taşlarından olan Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinin birbirinden ayrı tutulması fikrini geliştirmesiyle tanınır..

Montesquieu'nün doğum gününün, tam da ülkemizde yasama, yürütme, yargı savaşlarının yaşandığı bir döneme denk gelmesi, bu günlerin popüler sözüyle tanımlamak gerekirse çok manidar oldu.. Peki, ünlü Fransız düşünür temelleri ilk olarak Antik Yunan döneminde atılan, kuvvetler ayrılığı prensibini geliştirirken hangi noktalar üzerinde çalıştı?

Kendisinden önce savunulan en güçlü görüş, İngiliz liberal filozof John Locke tarafından geliştirilen Yasama ve Yürütme'nin ayrılması gerektiğiydi.. Montesquieu ise bu görüşe Yargı'yı da ekledi.. İngiltere'de avam ve lordlar kamarasının ayrı olmasından etkilenen Fransız düşünür, modellemesinde yargının da üçüncü bağımsız bir güç olması gerektiğini ve yasama, yürütme ile yargının her birinin diğer ikisi tarafından denetlenme gerekliliği düşüncesini geliştirdi..


Ülkemizde kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanamaması gerçeği uzun zamandır demokratik sistemimizdeki bir kambur olsa da, özellikle 17 Aralık 2013'te başlayan yolsuzluk operasyonlarıyla bu problem had safhaya çıkmış ve tabiri caizse bir devlet krizi durumuna gelmiştir..

Antik çağlardan beri, döneminin ünlü düşünürleri Aristo, Platon, Cicero, ve nihayetinde Locke ile Montesquieu'den beri devlet kavramının yapısı ve özellikle de devletin gücü yeniden irdelendi.. Üç kuvvetin ayrıştırılmak istenmesindeki en temel sebep, devleti yönetme gücünün tek bir kişi veya belirli bir grubun elinde olmaması gerekliliğidir..

Türkiye'de bugüne kadarki siyasi geçmişte, Gezi Olayları'nın daha önce hiç olmadığı kadar kalabalık ve ısrarlı bir kesim tarafından savunulmasında ve haftalar boyunca sokak gösterilerine yüksen bir katılım olmasının nedeni de yine yasama, yürütme ve yargı güçlerinin tek bir elde toplanmaya başlaması ve bu mutlakiyetin, bireylerin kişisel hak ve hürriyetlerini tehdit etmeye başlamasının verdiği endişedir..

Seçim sistemindeki adil olmayan yapıdan dolayı, Yasama Organı olan Meclis'te de, aldığı oyun çok daha fazlası bir oranla  temsil edilen hükumet partisi, aynı zamanda yeni yasa tasarılarının oluşturulduğu komisyonlarda da oransal olarak çoğunluk hakına sahip oluyor ve diğer tüm muhalefet partilerinin karşı oylamasına rağmen istedikleri tasarıları geçirebiliyorlar..

Yürütme organı olan Bakanlar Kurulu, Başbakan ve nihayetinde yine yukarıda belirtilen mutlak çoğunluğa sahip Meclis tarafından seçilen Cumhurbaşkanı'nın bugüne kadarki paralel hareket refleksleri ile; kanunların, onay makamı olan Cumhurbaşkanlığı'ndan adeta jet hızıyla geçmesiyle, kamuoyundaki baskın görüş; Türkiye'de yasama ve yürütmenin ayrılmamış olduğu gerçeğidir..

Buraya kadarki, devlet işleyişinin doğası gereği, TBMM'de oluşturulan ve Bakanlar Kurulu ile Başbakan tarafından Cumhurbaşkanı'na sunulan kanunların onaylanmasını takiben, Montesquieu'nün  "De l'esprit de lois" adlı kitabında savunduğu gibi, geriye kalan ihtiyaç, bu oluşturulan kanunların bağımsız bir güç tarafından denetlenmesi ihtiyacıdır.. Bu güç Yargı'dır ve Türkiye Cumhuriyeti'nde bu görev Anayasa Mahkemesi'ne aittir..


Buraya kadar, Montesquieu'nün işleyen sisteminde olması gerekenin bir özetini sundum.. Ancak gelin görün ki, ülkemizde gerek parlamento yapısında halkın sandıkta söylediği sözün gerçek karşılığından uzak, adil olmayan bir dağılım, gerek Yasama ve Yürütme'nin tek bir elde toplanması ve en önemlisi de Türk Yargı Sistemi'nin en basit deyişle artık hiç güven vermemesi, bireysel hak ve özgürlükleri son derece kısıtlayarak, mutlak devlet gücünün bir kişi etrafında oluşması sonucunu doğurmuştur..

Son dönemde, hukuk sistemimiz adalet dağıtmaktan son derece uzak olup, benzer davalarda her vatandaşa eşit olmayan keyfi kararlar alınmaktadır.. Yakın zamanda 28 Şubat, Ergenekon, Balyoz diye adlandırılan davalarda önce ağır cezalandırmalar yapılmış, ardından ilk kararlarla çelişen birçok karara imza atılmış, sonucunda ise örneğin önceleri demokratik devlet işleyişine karşı bir darbe olarak sunulan 28 Şubat sürecinde yargılananların davasında tek bir tutuklu sanık kalmamıştır.. Aynı şekilde Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarından yargılanan ve onlarca yıllık sürelerle hüküm giyen emekli askerlerin yeniden yargılanması
gerektiği yönünde kamuoyunda bir rüzgar estirilmeye başlamıştır..

Benzer şekilde şike sürecinde yargılanan Fenerbahçe Başkanı başta olmak üzere kamuoyunun yakından tanıdığı birçok spor adamı, önce yargılanmış, sonra beraat etmişler ve yeni gelişmeler sonucunda bazılarının tekrar hüküm giyeceği anlaşılmıştır.. Bunun yanında silah ile devlete karşı savaşan, terör suçlularının kısa zamanda tahliyeleri toplumun vicdanını yaralayıcı sonuçlar açmaktadır..

Tüm bu örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir ve Türk Hukuk Sistemi'nin ne kadar da zayıf bir temel üzerinde yükseldiği görülebilir.. Bu zayıflık, 17 Aralık süreciyle beraber iyice su yüzüne çıkmıştır.. Yargılanmak istenen kişilerin hükumete yakın iş adamları ve hatta bazı bakan ve siyasetçilerin aile üyeleri olunca, Montesquieu'nün modelinde birbirinden ayrı olması gereken Yasama ve Yürütme erkleri, Yargı'yı kuşatmaya almışlardır..

Her gün sayısız savcı ve hakimin yerleri değiştirilmekte, HSYK (Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu) çağdaş batılı ülkelerde örneği görülmemiş bir şekilde doğrudan Adalet Bakanı'na bağlanarak, adeta kuzu kurda emanet edilmiştir..

325. doğum gününde, ülkemizde artık geçerliliğini gün geçtikçe yitiren kuvvetler ayrılığı düşüncesinin sahibi Baron de Montesquieu'nün sözleriyle bitirelim;

"Bir kişiye yapılmış haksızlık , bütün topluma yöneltilmiş bir tehdittir.."

O yüzden, bağımsız ve adil yargının tekrar hüküm sürmesi dileğiyle..

Nils Filmer

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder